Blog

Kendine Mektup Yazan Adam

01.07.2012 20:37

 

 

Ötede, ufuk çizgisinde, denizin bittiği yerde, bir tutam güneş, ışığa yüklenmek ister gibi beklemektedir.

     Deniz kuduracak. Şimdi sessiz, sakin. Hiçbir noktasında da, bir zerrecik bile olsa, dalgadan eser yok. Limanda iki büyük gemi. Kıyıda kayıklar, takalar bağlı. Martılar susmuş, güvercinler tünekte. Hava durgun, kapalı. Ufukta, çok ötelerde, denizin çizgileşip bittiği yerde, kımıldayan bir karaltı. Yaklaştıkça, biçimden biçime geçecek, yön değiştirecek, büyüyecek bir gemi. Sahildeki kafeteryalar boş. Birkaç masada üç beş kişi, denize dalmışlar. Besbelli ki, deniz kuduracak.
     Genç postacı dalgın, isteksiz adımlarla yürüyor. Birden, sanki bir şey hatırlamış gibi durdu. Sağına soluna bakındı. Tezgâhta dizili, cümle dillerden gazetelere takıldı. Cebini karıştırdı. Açık kapıdan içeri girdi, elinde gazeteyle çıktı. Adımlarını sıklaştırdı, işyerine gitti.
     Sahilde, ağlarla uğraşan, elden geçiren, kurşununu, mantarını, ipini, ipliğini didikleyen balıkçılardan bazıları da, duman duman tütüyor. “Derya Gülü”nde demlenen iki kaptan, kim bilir hangi umudun şerefine, kadeh kaldırıyor. “Gülcemal”in miçosu, güverteyi baştan uca geçtiği süpürgesine, elindeki hortumla su tutuyor. Arada bir de, şarkı mıdır, türkü müdür, nedir anlaşılmayan seslere soluyor.
     Hava durgun, kapalı. Ötede, ufuk çizgisinde, denizin bittiği yerde, bir tutam güneş, ışığa yüklenmek ister gibi beklemektedir. Anlaşılan, hava açılacak, durgunluğunu sırtından çıkarıp atacak. Martılar hâlâ suskun. İçlerinden bir teki bile, kıyıya paralel, denize pike yapmıyor. Güvercinler guruldamada.
     Genç postacı, okuduğu gazetesindeki düşüncelerden, kabaran, sele dönen düşüncelerden sıyrılamadı.
     - “Hava raporu gibi!” diye gürledi. “Şehit edilen öğretmenleri, her gün bir başkaları izliyor.”
     Önündeki zarflara uzandı. Onları, parmaklarının şefkatli sıcaklığına bıraktı. İçlerinden birinin üzerindeki pulu, tabiî bir hareketle, bakmadan mühürledi.
     - “İmkânların el verdiği ölçüde, yüzde kırklık bir zam yapılacakmış maaşlara bu sene. Yüzde kırk! Gel de baş göz ol, yuva kur, bakalım! Zaten aldığımız ne ki? Ya verdikleri? Çok tuhaflar da. Ne umduruyor, ne bulduruyorlar! Beride, bir bildikleri var sanki: Kanları yerde kalmayacak!..”
     Nedense, umursamadan mühürlediği bu zarfı, diğerleri gibi kaldırıp atamadı da gönderi sepetine. Yükselen düşüncelerinden korkmuş olmalı, dudaklarını sıkıca birbirine değdirdi, kilitledi. Dışarıda gürültü artıyor. Demek, şehir uyanıyor. Motor sesleri, çığlık çığlığa kornalar arasında, “güzelim merhabalar”, “canım günaydınlar” çok ucuza gidiyor. Gemilerden biri, ağır ağır halatlarını toplarken, kampanasına bastı. Ufuktaki, çok ötelerdeki karaltı, seçilmeye başladı. Güvercinler kanada kalktı. Gökyüzünün en ucuna, sonsuz mavilikleri özlemişçesine, yükseldikçe yükseldiler. Karaltının yanı başında, onun izinden süzülüp gelen, bir umuttan öbürüne pike yapan martılar.
     Martılar, daha çok martılar!
     Genç postacının kilitlenen dudak uçlarında; “hım!”, “hım!”lar çiçek açtı. Başparmağının diğer parmaklarına yardım için yaptığı baskıyla, sıkıca kavradığı zarfa dikkat kesildi. Puldaki fötr şapkalı, boynu atkılı, sırtında koyu siyah ceketi olan adamı, bir yerlerden tanıyordu ama çıkaramadı. Bu konuda zihnini fazlaca zorlamadı. Belli bir zamana kadar gidip geldiği okulda, ne öğrenmişti sanki, bina okumaktan başka? Bıraktılar, gidip gelme zorluğunu da, daha yaşamadı.
     Üzülmedi mi? Sonradan, üzüldüğü günler çok oldu. Şimdi, bu sonucun ezikliğini yaşıyor, kendisiyle aynı yaşta, fakat diploması büyük olanlardan daha az maaş alıyordu.
     Kendisine kızmasının, öfkelenmesinin sebebini güzelleştirdi:
     - Şimdiki kafam olsa, öğretmen olurdum! dedi. Kaderse, var-sın şehit olayım! Kanımı yerde bırakmayacaklar ya!
     Gözlerini, iri iri açtı. Şaşırdı.
     - Bu mektubun hem göndereni, hem alacak olanı, aynı adam be! Bu, ne biçim iştir? Biz, nasıl dalgaya düştük? Getirenin kim olduğunu da, bilmiyorum. Dur, bakayım! Bir çocuk muydu, ne? Varıp peşine düşeyim. Yanlışlığı, daha suyun başında düzeltirsek, mektup, sahibine tez ulaşır. Davran, aslanım! dedi.
     Dışarıda gürültüler, sayısız kornalar. Hareketli kaldırımlar.
     Kordonda denize bakan onca insan. Limana yanaşan yeni gemi. Yanıp sönen güneş ışıkları. Açılmaya yüz tutan hava. Fakat, aralarında mektubu getiren, postacıya bırakan yok. Varsa bile, tanımak ne mümkün!
     Sonsuz maviliklere doğru kanat çırpan güvercinlerden biri, takla ata ata, çarşı meydanının tam ortasında, kanada kalkan hemcinslerine katılmak amacıyla olmalı, pike dalışa geçti. Martılar, martıları hızla kovaladı. Umutlar tükendi. Umutlar yenilendi. O taklacı güvercin, aldanışının hıncını yaşadı. Kanada kalktı, tekrar havalandı. Donuk, bakır hemcinslerini geride bıraktı.
     Genç postacı çaresiz! Mektup, diğerleriyle bağlandı, torbalandı, yola çıktı.
     Mektup, yola çıktı.
     “Deniz kuduracak!” derken, patladı. Gri, ağır bulutlar, leke leke güneş ışıklarını gölgeledi. Gökyüzünde güvercin, kıyıda da martılar kalmadı.
     İnce yapılı, uzun boylu, ak saçlı posta dağıtıcısı, omzunda oldukça ağır çantası, yola çıktı. Her gün, belli saatlerde aynı yerleri arşınlamanın verdiği bilgiçlikle, döndüğü köşeleri, adımladığı çukurları, bastığı taşları, bütün incelikleriyle de tanıyordu. Kâh onlara kızar, kâh onları severdi. Tek düze yürür, bazı kapılarda zile basar, bazı kapılarda da olanca gücüyle bağırırdı:
     - Posta!
     Bu sese, bazen kapılar açılır, bazen de pencerelerden başlar uzanır. Bu durum, dağıtıcının hoşuna giderdi. Bu yolda, yıllarını vermiş, üzmüş, sevindirmiş, müjdelemişti. Saçlarını, değirmende değil, bu uğurda ağartmıştı.
     Ağarmıştı, ya? Kendisi bir türlü, gönlünce yaşayamamıştı. Şükretmesini biliyordu ama bazı bazı, yalnız şükür yetmiyordu. Evdeki eşi, gelinlik çağdaki kızı, dur durak bilmiyor, çeyizdir çimendir derken, eldeki avuçtakini de kum gibi savuruyorlardı… Maaş az, geçinmek zor.
     - Selçuk Bey demişti, dedi ihtiyar dağıtıcı. Bunlar artırmazlar, artıramazlar! Millet, fedakârlık istiyor. Onu da, bizim omzumuza bindiriyorlar. Kızın düğününü ertele!
     İhtiyar dağıtıcının öyle yapmaktan başka çaresi yoktu. Ne yapıp edecek, köroğlu ile ayvazının ümitlenmelerini yavaşlatacaktı. Başka çaresi yok, bu işin! İhtiyar dağıtıcı, sayısız açmazların tam ortasına düşmüş olmanın sancısını yaşıyor. Boşa koyuyor, dolmuyor. Doludan alıyor, boşalmıyor. Sancılar dorukta, çaresiz uçuşuyor.
     Mektup, çantada gidiyor.
     Mektup, çantada!
     Ortalığa, yağmur sonrasının kokusu sinmiş. Yaprakta, çiçekte yeni, izleri silinmemiş toz toprak kalıntıları. Hava, sıcak. İkindi zamanı serinliğine daha çok var. Zaten ihtiyar dağıtıcı için serinlik, yumak yumak dert demek.
     Önündeki çukuru sekmeden aşan ihtiyar dağıtıcı, ağzı açılmış çantasından bir demet mektubu, çekti çıkardı. Hedeflediği bahçe kapısının mandalını kaldırdı, içeri girdi.
     Zile bastı.
     Bir başka şehirden bu şehre yeni gönderilen Ömer Hepöğretmen, balkonda oturmuş, uzaklara, ufuklara bakıyordu. Görmek istediklerine, sıra sıra, koca kara dağlar engel oluyor. Taraçada güvercinler gurulduyor.
     Her şeye rağmen hayat güzel!
     Fakat, güzeli ele geçirmek, yakalamak mümkün mü?
     Ömer Hepöğretmen, kapı ziline uyandı. Balkondan bakmak ile kapıya koşmak arasında bocaladı ilkin. Bütün olumlu olumsuz duygularından silkindi. Hızla çarpan bahçe kapısının sesine, dar merdivenleri tırmanan, yukarıya koşuşa koşuşa çıkan, kalabalık ayak sesleri karıştı.
     Zil, bir daha çaldı. Taraçadaki güvercinlerden ikisi, kanada kalktı. Gökyüzündeki tek beyaz buluta doğru uçtu.
     Ömer Hepöğretmen, salonu geçti. Kapıya yürüdü, açtı. Komşu çocuklarından irili ufaklı üçünün, ellerinde bir zarfla, kapıda beklediklerini gördü.
     - Merhaba çocuklar, dedi. Merhaba!
     Çocuklardan en cini, elindeki zarfa tekrar baktı. Pul üzerindeki fötr şapkalı, boynu atkılı, koyu siyah ceketli adamı tanıyamamanın üzüntüsünü yaşarken, dağıtıcı gibi, o da, isimlere daldı. Göndericisi ile alıcısı aynı olan isme, takıldı. Şaşırdı. Zarfı uzattı.
     - Amca, dedi. Amca be! Bu mektup sana! Ama, postacı diyor ki, bu adam kendisine mektup yazmış…
     Ömer Hepöğretmen, gülümsedi. Kendisine uzatılan zarfı aldı. Çocuklardan her birinin başını okşadı. Kapanan kapıdan salona geçerken, kendi aralarında konuşan çocukların sesini duydu:
     - Ömer amca, kendisine mektup yazmış!
     - Kendisine mi?
     - Kendisine ya! Postacı bile öyle söylüyor.
     Merdivenlerde ayak sesleri dindi. Ömer Hepöğretmen, televizyonunun tuşuna dokundu. Birdenbire yükselen sesini de, kıstı. Balkona geçmekle, salonda kalmak düşüncesi arasında bocaladı. Kararını çabuklaştırdı. Açtığı televizyonunun karşısına oturdu. Zarfa baktı, gülümsedi. Pulu gördü, üstündeki fötr şapkalı, boynu atkılı, sırtında koyu siyah ceketli, yanında sazı asılı adamı, Aşık Veysel'i tanıdı. Kulağı televizyonda, kendisine gönderilen mektubun zarfını özenle açtı. Yüreğinde, tarifsiz sıcaklıklar hissetti. Okudu.
     Beyaz buluta koşan eş güvercinler döndüler, taraçaya kondular. Bu gelişi, öteki güvercinler guruldayıp, alkışladılar.
     Yeniden guruldayıp alkışladılar!
     Mektup sahibi, “Sevgili Amcacığım” diye başlıyor, selâmlarını yolluyor, iyi olup olmadığını soruyordu. Hemen annesinin, babasının ve ağabeyi Ahmet'in de selâmlarını ekliyor. Merakından olacak, bir noktada ısrar ediyordu: “Yeni okuluna alıştın mı? Nasıl gidiyor?” soluk soluğa, mektubu kendisinin yazdığını belirtiyor, kardeşiyle birlikte okula gittiklerini, yazılılarının başladığını, öğretmen olan babasının, kendilerini sıkıştırdığını, akşam olunca bütün beşinci sınıfları toplayıp ders çalıştırdığını, sorduğu çarpma problemlerinin cevabını iki dakika içinde vermeleri gerektiğini kendilerinden istediğini, ağabeyi Ahmet'in ders çalışmak istemediğini, bu yüzden babasının ona çok kızdığını sıralıyor. Devamında; “Okula başlayınca çok sevindim. Arkadaşlarıma kavuştum. Ben okulu, okumayı ve arkadaşlarımı çok seviyorum. Yalnız, iki arkadaşım İstanbul'a gitti. Üzülüyorum!” diye, içini döküyor.
     Televizyonda, çok zamandan bu yana, artık sıradanlaşmış haberler başladı. Ömer Hepöğretmen, farkında olmaksızın, mektuptan başını kaldırdı. Bütün ekranı kucaklayan dünya haritası üzerindeki “haberler” yazısını, gördü. Kumanda yardımıyla televizyonunun sesini açtı. Sırf alışmış olduğu için, dinler gibi yaptı. Kaldığı yerden, mektubunu okudu. Adaşının bir cümlesi, mıh gibi yüreğine oturdu, çöreklendi: “Sen, sürgünmüşsün! Öyle diyorlar! Yalnız, anlayamadım. Sürülmek ne demek? Sürgün ne, be amca?”
     “Sürgün ne, be amca?”
     Bu sorunun ağırlığı, karşı dağlarda yankılandı. Güvercin kanatlarında ötelere, daha ötelere, gökle yerin birleşir gibi olduğu ufuk çizgisinin de ötesine, uzayın sonsuz derinliklerine taşındı. Ömer Hepöğretmen'in boğazı düğümlendi, tansiyonu yükseldi, yüreği yerinden oynadı.
     “Sürgün ne, be amca?”
     “Sürgün ne?”
     - Ne olacak, a oğlum? Hiiç!
     Bu karşılığa, spikerin sesi karıştı:
     - Bugün yine, dört öğretmenimizi şehit verdik! İlgililerden aldığımız bilgilere göre; kanları yerde kalmayacak!
     Ömer Hepöğretmen, bu şimşeklerin hangisinden kaçtı, bilinmez. Mektubu, çalışma masasına bıraktı. Televizyonunun sesini kapattı. Balkona çıktı. İki kolunun var gücüyle, korkuluğa dayandı. Ufuklara, özlemlerinin ve dostlarının bulunduğu noktaya baktı.
     Beride güvercinler, kanada kalktı. Gökyüzünün sonsuz maviliklerine doğru süzüldü. Martılar, “Gülcemal”den “Derya Gülü”ne, oradan da büyük gemilere doğru, öfkeli bağırışlarla akın akın aktılar.
     Güneş ışıkları, ağır, kurşunî bulutlarca kuşatıldı, gölgelendi.
     Çarşı meydanındaki heykeli dokuyan, donuk, bakır güvercinler, canlanır gibi oldu.
     Deniz, ufuk çizgisinin bu tarafında kudurdu, patladı!
     Gürültüler, korna sesleri çıldırdı.
     Korkunç bir sağanaktır, başladı.
     Korkunç bir sağanak!

     Kuşadası, 15 Ekim 1994

     Oyhan Hasan Bıldırki

<< 3 | 4 | 5 | 6 | 7 >>